Babası Arif Hikmet Bey Bağdat'ın ünlü Alûsizade ailesindendi. Annesi Sara Hanım da gene soylu bir aile olan Kahyazadeler'in kızıydı. Bağdat vilayatinde çeşitli devlet görevlerinde, bu arada mutasarrıflıklarda bulunan Arif Hikmet Bey'in ikisi erkek üç çocuğundan en büyüğü olan Haşim, on yaşına kadar hep Arapça konuşulan çevrede yaşadı, doğru dürüst Türkçe öğrenemedi.
Sonradan anılarına dayanarak yazdığı şiirlerinden anlaşıldığına göre, Haşim'in çocukluğu annesinin sevgi çemberinde geçmiş, babası ona biraz uzak kalmıştır. Ciğerlerinden hasta olan annesini sekiz yaşındayken kaybetmesi ise yaşamındaki ilk büyük acıdır.
Annesinin ölümünden aşağı yukarı üç yıl sonra 1896'da, Haşim, babası ile birlikte İstanbul'a geldi. Önce Türkçe öğrenmesi için Nümune-i Terakki okuluna gönderildi, ertesi yıl da, o zamanki adı Mekteb-i Sultani olan Galatasaray Lisesine girdi.
İstanbul'da önce Beyoğlu'nun arka semtlerinden birinde yoksul bir mahallede, bir akrabasının yanında kaldı. Galatasaray'a girince yatılı oldu. Bu arada, babası Revendus'ta görevlendirimiş, orada yeniden evlenmişti.
Haşim okulda çevresine yabancılık çeken; oyunlara, sporlara uzak duran çekingen bir çocuktu. Önceleri edebiyatla da pek ilgisi yoktu. Sonra bir arkadaşının verdiği Fransızca bir çağdaş şiirler antolojisini okuyunca şiir yazma özlemine kapıldı. Van Baver ile Paul Léautaud'nun hazırladığı, adı: Anthologie des poétes d'aujourd'huii olan bu kitapta Fransız sembolistlerinden seçme şiirler vardı.
Galatasaray'a girişinin üçüncü yılında, 1899'da İzzet Melih'le arkadaş oldu. Bu iki edebiyat heveslisi öğrencinin çevresinde sonradan Hamdullah Suphi, Emin Bülend, Abdülhak Şinasi gibi öğrenciler de toplanınca, okulda bir edebiyat ortamı kuruluverdi. Haşim şiirleri "Mecmua-i Edebiye" adlı edebiyat dergisinde çıktığı için, bu topluluğun önde gelen kişilerindendi. 1900 yılında yazmaya başladığı " Şi'r-i Kamer" genel başlığıyla anılan, dokuz şiirlik dizinin de okul sıralarında tamamladığını, arkadaşları üzerinde çok olumlu etkiler yarattığını biliyoruz. Bu yıllarda, Fransız şairlerinin yanı sıra, Abdülhak Hâmid'i, Tevfik Fikret'i Cenap Şahabettin'i de severek okuduğu yazdıklarından açıkça anlaşılıyor.
Haşim Galatasaray'ı 1907'de bitirdi. Bir yarışma sınavına girerek Reji İdaresi'ne memur oldu. Bir yandan da Mekteb-i Hukuk'a gidiyordu. Ama bu okulu bitiremedi. Çünkü artık ilgisi Bütünüyle edebiyata kaymıştı, özellikle Fransızca kitaplar okuyordu. Arkadaşları arasında gerek şiir üzerine bilgisi, gerek şairliğiyle üstün bir yeri vardı. Hamdullah Suphi'nin onun gösterdiği başarı karşısında umutsuzluğa kapılarak şiiri bıraktığı söylenir.
1908'de İkinci Meşrutiyet halka duyurulduğu zman Ahmet Haşim İstanbul'daydı. Bu coşkunluk yaratan olaydan bir yıl sonra, 1909'da "Servet-i Fünun" dergisi çevresinde toplanan genç sanatçıların, Fransız Akademisi'ne özenen bir topluluk kurdukları görüldü. Fecr-i Ati adını alan bu toplulukta çoğunlukla Haşim'in Galatasaray'dan arkadaşları yer alıyordu. Ama dostları onun, özenti aydın davranışlarına yakınlık duymadığını, "kendini beğenmişlik, kendini herkesten üstün görme" gibi kötü yönlerine tepki gösterdiği aydınların yanına sokulmak istemediğini, Fecr-i Ati'nin toplantılarına katılmadığını söylüyorlar. Hele yeni seçilen üyelerin, Fransız Akademisi'nde olduğu gibi, karşılıklı söylevlerle tanınıp topluluğa kabul edilmesi, gittiği tek tük toplantılardan birinde, Haşim'in Nevin takma adıyla şiirler yazn bir paşa torununu, Neyyir'i tanıtmak için verdiği incelikli söylevin alayla karşılanması, o gün oradan sövüp sayarak ayrılmasına, bir daha da Fecr-i Ati toplantılarına hiç katılmamasına neden olmuştu. Ama şiirlerine gene bu topluluğun yayın organı olan "Servet-i Fünun"da yayımlıyordu.
Aynı yıl içinde Haşim, İzmir Sultanisi'nde Fransızca öğretmeni atandı. Orada boş zamanlarının büyük çoğunluğunu Fecr-i Ati'den tanıdığı Yakup Kadri ile geçirdi. İki yıl kadar İzmir'de kaldıktan sonra, gene İstanbul'a gelerek, 1912'de Maliye Nezareti'nde Kalem-i Mahsus çevirmeni oldu.
1914'te Birinci Dünya Savaşı başlayınca yedek subay olarak askere alındı. Çanakkale Savaşı'na katıldı. Sonra İzmir'e gönderildi. 1917'de ise, İaşe müfettişliğine atanarak; Aydın, Niğde, Konya, Manisa dolaylarında görev yaptı.
Mütareke'de askerden terhis olunca İstanbul'a geldi. Bir süre işsiz kaldı. Bu arada, 1915'te babası da ölmüştü. Çok sıkıntı çekti. Ne kadar bunaldığını şu sözlerle açıklar:
"Muharebe oldu mu sen Türksün, buyur cepheye! derler. Sulh olup da bir yerden iş, memuriyet istedin mi, haydi ordan Arap! diye savarlar."
Haşim'in bu işsizlik dönemi ancak 1920'de sona erdi. O zamanki adı Senayi-i Nefise Mektebi olan Güzel sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmeni oldu. Ertesi yıl, 1921'de ise, gene bir yarışma sınavına katılarak "Düyun-ı Umumiye İdaresine" girdi.
Haşim Düyun-ı Umumiye İdaresi'nde memur olarak çalışırken, Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki öğretmenliğini bırakmış değildi. Hatta ek görev olarak Harp Akademisi'nde Mülkiye Mektebi'nde de Fransızca öğretmenliği yapmaktaydı. Ayrıca, Falih rıfkı ile Necmettin Sadık'ın kurup yayımlamaya başladıkları "Akşam" gazetesinde fıkralar da yayımlıyordu.
İşsizlik sorununu çözdüğü 1921 yılı, Haşim'in yaşamında başka bir yönden de önemlidir. Aralarında Yahya Kemal de bulunan genç sanatçılar, Nuruosmaniye'deki İkbal Kıraathanesin'nde toplanıp sohpet ederlerken bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar vermişlerdi. İlk sayısı 1921 yılında yayımlanan "Dergah" adlı bu dergide çıkan şiirler, özellikle de Ajmet Haşim'in şiirleri, o günlerin oldukça durgun edebiyat dünyasına bir canlılık getirmiş, tartışmalara konu olmuştu. Mizah dergilerine kadar yansıyan tepkilere karşı "Dergah" yazarları sanat konuşarında görüşlerini açıklamak gereği duydular. Bu arada Haşim de, "Şiirde Mana ve vuzh" adlı, sonradan Piyale'nin başına önsöz olarak aldığı ünlü yazısını yayımlayıp şiir anlayışını savundu. Şairin ilk şiir kitabı Göl Saatleri de gene 1921'de, Dergah Yayını olarak basıldı. Büyük ilgi gördü. Abdülhak Şinasi ve Nurullah Ataç onun bu yapıtıyla Türk şiirine getirdiği yenilikler üzerinde önemle durdular, şiir anlayışını açıklayan yazılar yazdılar. Öte yandan yergiler de yağdı. Haşim artık ilgiyle izlenen, yenilikçi, öncü bir şairdi.
1924'te Düyun-ı Umumiye İdaresi'nden aldığı ikramiye ile Paris'e gitti. Yaz boyunca orada kaldı. "Mercure de France" adlı derginin Ağustos 1924 tarihli sayısında "Les Tendances Actuelles de la littérature Turque" ( Türk Edebiyatında Güncel Eğilimler ) başlıklı bir inceleme yayımlayarak Tanzimat sonrası edebiyatımızla ilgili bilgiler verdi.
Paris dönüşünde, Lozan Andlaşması'na uyularak Düyun-ı Umumiye İdaresi dağıtılınca, Haşim Osmanlı Bankasına geçti.
1926'da, son şiirlerine Galatasaray'dayken yazdığı "Şir-i Kamer"leri de ekleyerek ikinci kitabı "Piyale"yi yayımladı.
1928'd, karaciğeri ile böbreklerinden hastalanınca kendisini iyice bir muayene ettirmek amacıyla ikinci kere Paris'e gidip döndü. Bu yolculuğun notlarına "İkdam" gazetesindeki fıkralarından bazılarını katarak "Bize Göre" adıyla, daha önceleri "Akşam" gazetesinde, "Dergah" dergisinde çıkmış fıkralarını, yazılarını da "Gurebahane-i Laklakan" adıyla aynı yıl Kitap olarak yayımladı. Gene 1928'de Piyale'nin ikinci baskısı yapıldı.
Bu yıllarda, Haşim'e hep ek görevler aranıyor, örnekse Telsiz Telefon Şirketi Sanat Mütehassıslığı gibi işler veriliyordu. Hele bir ara oldukça yüksek maaş aldığı bir göreve getirildi. İzmir Sultanisi'nde öğretmenken Yakup Kadri'nin aracılığıyla tanıyıp bir süre arkadaşlık ettiği, o günlerin vilayet maiyet memuru Şükrü Saraçoğlu, Cumhuriyet döneminde bakan olmuş, ünlü şairin sağlığının sarsıldığını, geçim darlığı çektiğini öğrenince, onu Anadolu Şimendöferleri Şirketi Likidatörlüğü Meclis-i İdaresi üyeliğine atamıştır. Haşim bunun üzerine Osmanlı Bankası'ndaki yorucu işinden ayrıldı. Ama bu görev sürekli değildi. Nitekim yaşamının son günlerinde Güzel Sanatlar Akademisi ile Mülkiye Mektebi'ndeki öğretmenliklerinin geliriyle geçinmek zorunda kaldı.
1932'de dostlarının aracılığı, devletin yardımıyla tedavi için gittiği Frankfurt'tan gene yolculuk anılarıyla döndü. Önce "Mülkiye" dergisinde, "Milliyet" gazetesinde yayımladığı bu yazıları ertesi yıl "Frankfurt Seyehatnamesi" adlı eserinde topladı. Hastalığı sırasında, dörtlüklerden oluşacak bir şiir kitabı yazmak düşüncesindeydi. Bunlardan birkaçını bitirdi, birkaçı ise yarım kaldı.
Son yıllarında kendisine bakan Güzin Hanım adlı dul bir kadınla nikahlanmak istemiş, arkadaşları bu isteğini yerine getirmişlerdi.
Hastalığının ağırlaşması üzerine kaldırıldığı Alman Hastanesi'nde, durumunun umutsuzluğu görülünce, gene evine gönderildi. Şairliğine saygı duyan bazı doktorların çabalarına karşın 4 Haziran 1933'te, kendi söyleyişiyle "Şairlerin en garibi!", Kadıköy'deki evinde öldü. Eyüp Mezarlığı'na gömüldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder